——Taylan SÜMER
https://www.facebook.com/share/r/jyUSY6ZVZh23p6Su/?mibextid=oFDknk
HACIBEKTAŞ TAŞÇILIĞI ÜZERİNE…
Hacı Bektaş Veli’nin kerametlerinin anlatıldığı Vilayetname adlı eserde, ‘taş’ üzerine anlatılan ve sonradan halk arasında kutsallık kazanan rivayetlere oldukça sık rastlanılmaktadır. Hacıbektaş taşçılığının Hacı Bektaş Veli Dergahı’na kadar uzanan çok eski bir geçmişi bulunmaktadır. Taş, Bektaşi kültüründe ayrı bir yer edinmiş, Hacı Bektaş Veli Dergahı’nda “taş loncası” dahi kurulmuştur. Hacıbektaş’ta taşçılık zanaatını ilk başlatan Ermeni ve Rum ustalar olmuştur. Hacıbektaşlı Necip AKPINARLI, Muhtar Topal Mustafa ve Küntülerden Cuma ÖZCAN bu sanatın öncüleridir ve taşçılık zanaatını Ermeniler ve Rumlardan öğrenmişler ve devam ettirmişlerdir.
Bektaşi Tarikatının kutsal sembolleri olan; teslim taşları, palheng taşları ve kamberiyelerin dergahta dervişler tarafından kullanıldığı vitrinlerde sergilenmesinden anlaşıldığı gibi özellikle de teslim taşının dergahın evlerinin kapı üstlerinde ve Aslanlı Çeşme yapısı üzerinde görülmesinden de anlaşılmaktadır. Hatta Derviş ve babaların fotoğraflarında da bunlar bizzat görülmektedir. Önceleri inanç üzerinden hayat bulan Hacıbektaş taşçılığı zamanla hediyelik eşya üzerine yoğunlaşmış ve bu alanda uzun yıllar ömrünü sürdürmüştür. 1962 yılına kadar taşçılık tamamen elde yapılırken, 1962 yılından itibaren makineleşmeyle birlikte Hacıbektaş taşçılığı büyük bir ivme kazanmış, bunun sonucunda da seri üretim artmıştır
Hacıbektaş taşçılığında Sefer ULUTAŞ, Hüseyin ULUTAŞ, Mustafa ÇIKRIKÇI, Yakup GÜRSES, İsmail GÜRSES, Hüseyin EKİCİ, İbrahim ER, Halil TOPALOĞLU, Celal KANİ, Hüseyin KANİ, Halil İbrahim ATKAYA, Fahrettin ARIKAN, Süleyman BADEM, Abbas GÖKÇE, Bektaş GÖKÇE, Halil İbrahim ERSOY, Bektaş ORAL, Mahir ULUTAŞ, Tahir ULUTAŞ, Tevfik ULUTAŞ, Haydar AKALIN,Nadi YILMAZ, Yücel AYGÜNEŞ, Muzaffer AKPINARLI, Necdet Akpınarlı , Muzaffer ÇETİN, Emrullah ÇETİN, Bektaş MUTLU, Dursun MUTLU, Gelir YILMAZ, Salih GÖKÇE, Ali Ersoy, Burhan çetin ,Deniz ULUTAŞ, Cengiz Çetin, Şahin ATKAYA, Halil İbrahim ATKAYA, Gencer ERSOY, Erkin AKDERE, Orhan ÇETİN, Efe GÖKÇE, Besim BADEM, Malik Ejder ERSOY, Halil ULUTAŞ ve Hüsmen KIRŞEHİRLİ, Ali Sezer önemli temsilcileridir.
Hacıbektaş taşçılığında kullanılan taş türü oniks taşıdır. İngilizcede “Onix” diye yazılan Oniks taşı, ayrılık taşı ve şans taşı olarak bilinmekte olup, yarı değerli bir taş türüdür. Oniks taşının özelliklerine bakıldığında gerçekte siyah ve gri renklerde olup, açık renk bantları vardır. Opak görünümlüdür ve cam kadar parlaktır. Genel olarak yeryüzünde siyah şeklinde bulunan oniks, katmanları üzerinden birçok değişik rengi ortaya çıkarmaktadır. Beyaz ve siyah başta olmak üzere aynı zamanda mavi ile yeşil gibi renkleri üzerinden kristalize bir görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Oniks taşı, damarlı akik olarak da kayıtlarda yer almaktadır.
Oniks taşı, bloklar halinde taş ocağından uzun uğraşlar ve zahmetler sonucunda çıkarılır. Sonra fabrikaya götürülür ve orada yarılır. Atölyesinde taşı işleyecek usta, kendisinin kullanacağı ölçülerde taşları fabrikada kestirir. Sonra taşlar atölyeye getirilir. Bu sefer atölyede usta, taştan ne tür hediyelik eşya yapacak ise ölçüsüne göre taşı, tezgahta keser. Taş, kesme makinesinde kesilir. Kesme işleminde daire şeklinde ucu elmaslı testere kullanılır. Taş, testerenin ve elmasın yanmaması, toz çıkarmaması için su ile kesilir. Bir taş atölyesinde kesmeci, cilacı ve tornacı çalışır. Taşı kesen usta, aynı zamanda torna ve cila işlerini kendisi de yapabilir. Ya da bu işleri yapması için ayrı ayrı usta çalıştırılır.Atölyede taş yaparken; arda, madırga, keski, kefek taşı, zımpara, taş tezgahı, cila çarkı, torna, matkap, bız, murç, çekiç, testere kullanılır. Torna tezgahında; vazo, şekerlik, şamdan gibi silindirik formlu objeler çıkarılır.
Kolye, anahtarlık, isimlik, tespih ve hayvan figürleri ise elle şekil verilerek yapılır. Tornadan çıkarılanlar cila makinesinde, elde yapılanlar önceleri kefek taşı ile günümüzde ise zımpara ve fırça ile cilalanmaktadır. Cila malzemesini elde etmek için önceleri kalay ve kurşun eritilir, üzerine cıva dökülerek toz haline getirilirdi. Sonra içine asit dökülerek cila elde edilirdi. Taş üzerinde herhangi bir pürüz kalmayıncaya kadar elde sürtülür, sonra cilalanır. Cilalama işini yaparken bir bez parçası yumak haline getirilir ve cilaya bandırılır.
“Yıllardır kapalı olan Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın 16 Ağustos 1964 tarihinde Müze olarak ziyarete açılması, Hacıbektaş taşçılığının gelişmesinde milat olmuştur.”
Dergahın müze olarak ziyaret açılmasından sonra Hacıbektaş’ı ziyarete gelenlerin sayısında artış olmuş, bu durum Hacıbektaş taşçılığının canlanmasını sağlamıştır. Hacı Bektaş Veli’yi ziyarete gelenler, memleketlerine “Hacıbektaş hatırası” olarak özellikle taştan yapılmış hediyelik eşyalar götürmeye başlamıştır. Ziyarete gelenlerin taleplerini karşılamak için taş atölyelerinde oniks taşı yoğun olarak işlenmeye başlamış, oniks taşından yapılmış her türlü hediyelik eşyayı satmak için taş dükkanları ve tezgahları açılmıştır.
“Hacıbektaş’ta taşçılık iki koldan ilerlemiştir. Bunlardan birisi hediyelik eşya üzerine yapılan taşçılık olup, bir diğeri de mezar taşı, mutfak tezgahı ve diğer ev işleri üzerine yapılan taşçılık olmuştur.”
Hacıbektaş halkının bir kısmı geçimini taşçılıktan sağlamaya başlayınca, bu zanaat “Usta-Kalfa-Çırak” ilişkisini ortaya çıkarmış; işi öğrenen bilgisini, tecrübesini birbirine aktararak taşçılık geleneğini uzun yıllar yaşatmıştır. Zanaatını geliştirenler zamanla kendi atölyesini ya da taş dükkanını açmaya başlamıştır. 1990’lı yıllara gelindiğinde Hacıbektaş’ta artık on beşe yakın taş atölyesi faal bir şekilde onyx taşını, mermeri işlemeye başlamıştır.
“Hacıbektaş taşçılığında; hediyelik eşya yapımında en çok kullanılan taş, Oniks taşı olmuştur. Oniks taşı içinde özellikle balgami yeşil ve mavi renkte olanlar çok kıymetlidir ve en çok bu renkte olanlar sevilmiş ve kullanılmıştır.”
Önceleri Avanos (Nevşehir), Gümüşkent-Salanda (Gülşehir-Nevşehir), Bekdik, (Kırşehir) ve Kırlangıç dağından getirilen taşlar atölyelerde işlenmiş; daha sonra Terme (Kırşehir), Kozaklı (Nevşehir), Tokat, Turhal, Sivas, Söğüt (Eskişehir), Balıkesir, Afyon, Van ve farklı yerlerden getirilen taşlar hediyelik eşya yapımında kullanılmaya başlanmıştır. Mezar taşı ve mutfak tezgahı yapımında ise özellikle Afyon ve Marmara Bölgesi’nden getirilen taşlar kullanılmıştır.
Taş atölyeleri ve taşçı dükkanları her yıl yapılan “16-18 Ağustos Hacı Bektaş Veli’yi Anma ve Kültür-Sanat Etkinlikleri”nde en yoğun satış rakamlarına ulaşmaya başlamıştır. Sadece bu günlerde değil Nisan ayından itibaren başlayan ziyaretçi yoğunluğu Temmuz-Ağustos aylarında büyük bir artış gösterip, bu yoğunluk kış mevsimine kadar devam ettiği için taşçılık sektörü de bu yoğunluktan gelir anlamında uzun yıllar faydalanmış, tabiri caizse güzel ekmek yemiştir.
Hacıbektaş taşçılığı, sadece Hacıbektaş İlçesi ile sınırlı kalmamıştır. Ülkemizin farklı şehirlerinde yapılan panayırlarda, fuarlarda, festivallerde ve etkinliklerde stantlar açılarak Hacıbektaş taşçılığı tanıtılmış, aynı zamanda taşçılık ekonomisine gelir getirici bir saha bulmuştur.
Taş atölyeleri de sadece Hacıbektaş’ta faaliyet göstermekle kalmamış; Hacıbektaş dışına da yayılmıştır. Hacıbektaşlı taş ustaları; ilkin Nevşehir’de, sonra Ankara’da taş atölyesi açmışlardır. Daha sonra Ürgüp-Göreme-Avanos, Kırşehir, İstanbul, Antalya ve Eskişehir’de taş atölyeleri açarak Hacıbektaş taşçılığını devam ettirmişlerdir. Kırşehir’de taşçılık sanatı Hacıbektaşlı ustalar tarafından önce Kırşehir Sanat Okulu’nda uygulamalı ders olarak öğretilmiş, buradan mezun olanlar daha sonra kendi atölyelerini açmışlardır. Bu atölyelerin sayısı zamanla Kırşehir’de 60’a kadar ulaşmıştır.
Hacıbektaş taşçılığında hediyelik eşya olarak; kolye, isimlik, anahtarlık, şamdan (tek-iki-üç-beş kollu) vazo, şekerlik, hacıyatmaz (ayaklı-ayaksız), çerezlik, kalemlik, ağızlık (sigaralık), peçetelik, havan, kadeh, likör takımı, saat, satranç takımı, tespih, rozet, pudralık, sehpa, kül tablası, üzüm, elma ve armut formlu objeler yapılmaktadır.Hayvan figürleri de çok sevilen taş objeler arasında yer almakta olup, Hacı Bektaş Veli’yi ve barışı simgelediği için özellikle Güvercin heykeli yapılmaktadır. Bununla birlikte; yedili fil takımı, aslan, kaplumbağa, kuş ve deve figürleri de çok sevilen hayvan figürleri arasında yer almaktadır.Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın kutsal sembolleri olan ve dervişlerin taktığı teslim taşı, palheng taşı, kamberiye de taş atölyelerinde her zaman yapılmakta ve taşçı dükkanlarında bulunmaktadır. Hz. Ali’nin adaleti ve bilimi simgeleyen Zülfikar kılıcı da Hacıbektaş taşçılığının ürettiği en önemli objeler arasında yer almaktadır.Eskiden özellikle kolye, anahtarlık, rozet ve teslim taşlarının üzeri hafifçe oyularak içlerine Hz. Ali ve Hacı Bektaş Veli’nin resimleri yerleştirilirdi. Bununla birlikte günümüzde ise hediyelik eşyalar üzerinde resim olarak; Hz. Ali, Hz. Hüseyin, On İki İmamlar, Hacı Bektaş Veli, Mustafa Kemal Atatürk, Hacı Bektaş Veli’nin Sözleri, İnsan-ı Kamil ve İnsanın Cemali çıkartmalarının yapıştırıldığı ya da kazıma tekniği ile yapıldığı görülmektedir.
Ziyaretçilerin en sevdiği hediyelik eşyalar arasında “taşa isim yazdırmak” olarak da tabir edilen kolye ve anahtarlıklara isimlerini yazdırmak olmuştur. Kolye ve anahtarlıktan sonra en çok teslim taşının satışı gerçekleştirilmektedir. Günümüzde biraz azalsa da eskiden şamdanlık, şekerlik, vazo ve kül tablası satışı da daha yoğun olarak yapılırdı.
“Hacıbektaş Belediye Başkanlığı tarafından düzenlenen etkinliklerde, Hacı Bektaş Veli’nin ve barışının sembolü olan mermerden Güvercin heykeli, ödül alanlara ve misafirlere takdim edilmektedir.”
Taşçı dükkanlarında elektrik ile çalışan ucu sivri metal bir cihaz ile kolye ve anahtarlıklara isim yazılmasına ilkin 1978 yılında başlanmıştır. İstanbul’da metal objelere isim yazmaya yarayan bu cihazın Hacıbektaşlı Can Aloğlu (Can Baba) tarafından keşfedilmesiyle birlikte cihaz artık Hacıbektaş’taki taşçı dükkanlarında kullanılmaya başlanmış, taşlara yazı yazan bu cihazın çıkardığı cızırtı sesi dükkanlardan hiç eksilmez olmuştur. Sadece kolye ve anahtarlıklara değil zamanla masaları süsleyen ve “isimlik” olarak bilinen taşlara da yazı yazılmaya başlanmasıyla birlikte taşçılık sektörüne farklı bir ekmek kapısı açılmıştır. Doğal olarak burada müşterinin beğenisi önemli olduğu için kaligrafi sanatını yani güzel yazmayı en iyi şekilde icra edenlerin taşlara yazdıkları beğenilir olmuştur.
Hacıbektaş sınırları içerisinde hediyelik eşya yapımında ya da mezartaşı-mutfak tezgahında kullanılan mermer&onyx taşı, Hacıbektaş’ta çıkmamasına rağmen Ülkemizde işlemesinin en çok yapıldığı yerlerin en başında geldiği için “Hacıbektaş taşı” olarak ünlenmiştir. Taşçılık zanaatını unutmamak, bu zanaatı öğretmek amacıyla Hacıbektaş Halk Eğitim Merkezi’nde zaman zaman taşçılık kursları açılmıştır. Yöresel kültürün etnografik bir unsuru olarak Hacıbektaş Taşçılığı, Hacıbektaş Müzesi’nde ve bağlı birimi olan Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nde sergileme şeklinde halen yaşatılmaktadır.
Hacıbektaş taşçılığı, 2000’li yılların başından itibaren sıkıntılı bir döneme girmiştir. Taşın hammaddesi, nakliye ve malzeme masrafı ile işçilik, maliyetleri kurtarmadığı için artık yavaş yavaş atölyeler kapanmaya başlamıştır. Ülkemizdeki diğer zanaatlar gibi taşçılık zanaatında da artık yeni çırakların yetişmemesi, taşçılığın babadan oğula geçmemesi atölyelerin kapanmasında bir başka önemli etken olmuştur. Hacıbektaş taşı haricinde dışardan özellikle Pakistan’dan getirilen ve “Pakistan yeşili” olarak bilinen ve daha ucuz, birebir kopya olarak yapılmış hediyelik eşyaların Hacıbektaş taş dükkanlarının vitrinlerinde yer almaya başlamasıyla birlikte taşçılık sektörü iyice zor duruma düşmüştür.
Bunun yanı sıra eskiden Hacıbektaş’ta hediyelik eşya yapımında kullanılan her türlü malzemenin hammaddesinin genelde oniks taşından olması, yakın zamanda ise hediyelik eşya çeşitliliğinin artarak daha ucuza mal edilen; metal, cam, ahşap, seramik ve kilden (çanak-çömlek) hediyelik eşyaların yapılması Hacıbektaş taşçılığının eskisi gibi gelir getirememesine sebep olmuştur. Her ne kadar Hacıbektaş taşçılığı farklı şehirlerde açılan atölyelerde yaşatılsa da bu biraz da imkansızlıklar nedeniyle Hacıbektaş merkezi ile sınırlı kalmış, pazarlama ağı çok iyi oluşturulamamıştır.
“Hacıbektaş’ın günden güne artan ziyaretçi potansiyeline rağmen, Hacıbektaş Taşçılığının can çekişmesi, taşçılık üzerine yeni ve yaratıcı çalışmaların az yapılması büyük bir tezatlıktır.”
Günümüzde Hacıbektaş’ta halen birkaç taş atölyesi varlığını sürdürmekte olup, taşçılık geleneğini yaşatmaktadır. Hacıbektaş’ta hediyelik eşya dükkanlarında Hacıbektaş taşçılığına ait hediyelik eşyaların satışının gerçekleştirildiği yaklaşık 30’a yakın dükkan bulunmaktadır.
Birçok zanaatın yok olduğu, bazılarının ise can çekiştiği bir dönemde Hacıbektaş Taşçılığı da bundan nasibini almış bulunuyor. Bırakın çırak bulmayı bir elin parmakları kadar ustanın kaldığı taşçılık sektörü sanırım bir zaman sonra yok olacak. Bu hususta taşçılığı unutmamak,geleceğe aktarmak için müze konseptinde sergi alanı oluşturularak yaşatılmasının uygun olacağını düşünüyorum. Bunun için sahadayım ve çalışmalarımı yürütüyorum. Bu noktada başta Necdet Akpınarlı nın ve Hacıbektaşlı taşçıların desteğini almamız çok önemli. Ellerinde olan bir cila makinasını, bir fotoğrafı, bir şamdanı bize vermeleri kıymetli olacaktır. Birlikte güzel bir projeyi hayata geçireceğimize inanıyorum.
Hacıbektaş taşçılığını yaşatmak, ekmeğini taştan çıkaranları unutmamak için Hacıbektaşlı değerli hemşerimiz, büyüğümüz Sırrı Bektaş ve eşinin memleketimize kazandırmış olduğu Nilgün Bektaş &Sırrı BEKTAŞ Müze ve Sanat Evi’nin bir bölümünde bu hayalimizi gerçekleştirmek için çalışmalarımıza başladık. Bu sayede kültürel hafızamıza naçizane katkılarda bulunmuş olacağız. Nilgün&Sırrı Bektaş’ın Hacıbektaş için temel gayesi de bu yöndedir ve kültürel, eğitsel farkındalıklar yaratmak düşünceleri bulunmaktadır.
Yukarıda taşçılık zanaatını yapan ustalarımızdan bulabildiklerim dışında isimleri eklenecek başka ustalarda var ise yoruma yazabilirsiniz. Çünkü bu isimler, müzede bir tabloda yer alacaklar. Bu arada, taşçılık üzerine bilgi ve fikir veren aydınlatıcı yorumlarınız ile anıları olanların yorumları çalışmamıza katkı sağlayacaktır.
Taylan SÜMER
______MELİS ÖZDEMİR
Kadınlarımıza;
Türkiye’de kadın kimliği sıkıştırılmış ve üzerinde tepinilmiş bir mesele. Bu ülkede kadınların işi zor. Öyle bir dönemdeyiz ki; kadın olduğumuz için öldürülmekten, dışlanmaktan ve görünmemekten korkuyoruz. Ama yine de mücadeleyi bırakmıyoruz, bırakamıyoruz. Çünkü yıllardır mücadele etmek zorunda bırakılmanın verdiği bir bilince sahibiz. Fatmagül Berktay’ın da dediği gibi, “Geçmişte yaşananlar, çekilen acılar ve harcanan çabalar belleklerden silinip gidiyor. Bizler hep çocuk kalmaya mahkum oluyoruz. İşte bunun içindir ki kadınların kendilerini tarihe yazmaya, geçmişi araştırmaya, başka kuşakların mücadeleleriyle bağlar kurmaya ve kendilerinden esirgenmiş olan bilgi ve birikime sahip çıkmaya ihtiyaçları var.” Kadınlar yıllardır bu ihtiyaçlarını mücadele ederek kazanmaya çalışıyor. Kadınların mücadelesi sadece kadınların değil, tüm toplumun refahı ve adaleti için önemli. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, sadece kadınların yaşamlarını iyileştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumların daha adil, daha sürdürülebilir ve daha barışçıl olmasına da katkı sağlar. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ifadelerinden de yola çıkılacağı üzere, toplumların mutluluğu için cinsiyet ayrımı yapmaksızın her bireyin hak ettiği saygıyı görmesi gereklidir. Bu nedenle, toplumun her kesimi, kadınların haklarını desteklemeli ve toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik etmelidir. Kadınların güçlendirilmesi ve seslerinin duyulması, sadece kadınların değil, tüm insanlığın yararınadır. Kadınların yaşamlarının her alanında eşit fırsatlara sahip olmaları, bir insanlık sorumluluğudur. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, bu önemli mücadeleyi hatırlamak ve daha ileriye taşımak için bir fırsattır. Kadınların haklarının kutlandığı bu gün, aynı zamanda kadınların daha fazla farkındalık yaratma, eşitlik için mücadele etme ve toplumları dönüştürme fırsatı sunar. Birlik ve beraberliği hissettirdiği için de kadınlar için kutlu bir gündür. Fakat zannedilmesin ki, kadınlar 8 Mart’la mücadelelerini tek bir güne sığdırıyor. Biz kadınların mücadelesi tüm zamanlarda ve dönemlerde devam ediyor. Bu mücadele ruhunun bana hissettirdikleriyle, bir gün değil her gün için dünyadaki tüm kadınların gününü kutlarım.
Sevgiler.
Dr.Naki Selmanpakoğlu
ÜÇKÖY’LÜ PEHLİVAN (Öykü)
Yazgımız karşımızdadır
Onu biz kışkırtırız.
Albert Camus: Sisifos Söyleni
Topayın’ da öyküde geçen kaya.
Bizim oralarda, Anadolu’nun ortasında, yaz sıcağında bir köy ne vakit uyanırsa bizimkiler de o vakit uyanmış. O gün ne iş tutacaklarını düşünerek giyinmeye başlamışlar.
Üçköy; gerçekte köyün essah adı değilmiş de birbirine çığırsan duyulacak uzaklıkta aynı adı taşıyan üç ayrı köymüş. İki olsa Aşağı Üçköy, Yukarı Üçköy diyecekler. Buna ne ad koyacaklarını bilememişler. Millet dışarıdan konuşurken “İşte efenim hani şu üçünün de adı aynı olan köyler” deyip eğlenirlermiş. Sonra da tümden bu adaş üç köyün adı olmuş Üçköy. Dağın eteğinde ovanın düzlüğünde kurulu tek köy olmuş.
Ortadaki köyün yamacında öyle bir kaya varmış ki sana ne deyim, öyle yüksek, öyle yüksek ki köylüler adına Kayakale deyivermişler. Önden bakınca; iki kocaman adam üst üste oturmuş da köyü seyrediyor, kahverengi- yeşil tepesi bulutları delmiş. Söylenceye göre bir zamanlar Timur burada otağ kurmuş. En üstte de ayrıca kocaman toparlak bir kaya. Her yer çayır, bu kayalığın üstü tümden yosun. Etrafında tavşanlar, tilkiler, yılanlar, irili ufaklı kuşlar cirit atıyor, gök gürültüsü çok olduğundan köpekler korkup tepeye pek çıkamıyor. Hele ki analar; çocuklarını bu kayadan uzak tutarlarmış, tırmanıp da düşmesinler diye.
İşte tam bu Kayakale’nin olduğu orta köyde köylülerin kimi malını, kimi davarını almış çıkmış erkenden. Sineklere, güveyinlere, büveleklere malı sokturmadan doyurup eve dönmek için otlağa yayılmışlar. Kimi tarhanasını içip bağa-bostana, kimi çayını içip tarlaya ekine saçına, işi olan işe, öküzü olan çifte koşuma gitmiş. Öyle işe güce eli ermeyen köyün yaşlı erkekleri de bir ağaç duldası bulup; kimi tütün sarmaya, kimi öksürük yarıştırarak öbekleşip bir çift laf etmeye sıra beklemişler.
Oralarda bildik birisi olan Hasan, namı diğer ”Pehlivan”da yatağından kalkınca yüzüne biraz su çırpıp şapkasını gözüne kadar çekip uçkurunu sıkıca bağlamış. Gömleğini giyip karısının hazır ettiği yer sofrasına dizlerinin üstüne oturmuş. Karısı ahıra seğirtirken Hasan pehlivan, hım hım ederek hiç konuşmadan çayını içip tereyağında yumurtasını yemiş. Evin kapısını çekip çıkmış. Bayır aşağı evlerin önünden geçerken kime nasıl takılacağını düşünmüş.
Avaralıktan rastladığına laf atarak, gah yerden ıspatan, gah dallardan çarık-çürük ne bulduysa koparıp yiyerek, ara ara peşrev çekip Kayakale’ye doğru seğirtmiş.
Çevrede en namlı pehlivan ya; yolda ağaç dibinde oturanları görünce, “Bakıyom da kölgeyi köpeğe vermiyonuz!” diyerek sataşmış, az ileride laklak edenlere de “Ooo it avara siz avara, biz avara, napacaz!” diyerek kostaklana kostaklana yoluna devam etmiş. Derenin kenarında sap yüklü bir at arabasının kırık tekerini, bir kalasın üstüne koymak için iddialarını dövüştürenlere yaklaşıp,
“Nedir la derdiniz?”diye sormuş. Sap arabasını kaldırıp tekeri düzeltemediklerini söylediklerinde,
“Beri durun” deyip tekeri tuttuğu gibi kaldırıp düzeltmiş. Ağız dalaşı yapan gençlere de “Ula olum millet öküzün götünü dürtüyo siz burda gısır düğünü ediyonuz, guvveti gördünüz mü?”
Gençler başlarını önlerine eğince:
“Bu civarda değil cihanda çıkmaz benim sırtımı yere getirecek, ula biriniz de güçlenin de beni yenin” deyip pehlivanlığını bir kez daha dillendirdikten sonra yeldire yeldire yolunu çevirmiş Kayakale’nin dibinde koyun güden Mahmut’un yanına.
Gerçekten de o güne kadar Hasan’ı güreşte hiç yenen çıkmamış. Kekikli, dimdik kıraçlardan yürümüş varmış Kayakale’nin altına. Yaklaştıkça köpek çemkirmelerini duymuş, bağırmış Mahmut’a,
“Hele gardaş, dut hele şu itini de yanına gelek!”
Mahmut,
“Gel la gel goca pelvan, ellemez alışık sana.”
Bizim pehlivan kollarını ata ata yürümüş Mahmut’un yanına. Biraz hoşbeş ettikten sonra Mahmut’un kulağı koçun çıngırağında kalenin dibine kadar yürümüşler.
Etrafta sekiz, on köylü sap arabasını yüklemeye çalışıyorlar. Ta uzaklarda bir köylü çelimsiz öküzü ile taşlı tarlayı sürüyor.
Hasan pehlivanın yine iddiacı damarı kabarmış;
“Hele Mamud sen şu Kayakale’nin depesindeki o kopuk duran gayayı aşşaya atabilin mi?” İkisi de şakalaşmaya; bu huylarından hiç vaz geçmeden, benzer şekilde başlarmış.
“Bah ben atarım sen atamazsın Mamud!” diye başlamış yine horozlanmaya, pehlivanlığını konuşturmaya.
İşin içine iddia girince Mahmut demiş,
“Atarım.”
Yan yana dinelmişler kayayı seyrederek konuşuyorlar. Hasan biraz daha iri yapılı.
Pehlivan,
“Atamazsın, şimdiye gadar kimse gıpraştıramamış yerinden. Onu atmak için pelvan guvveti gerek. Gayayı ancak ben atarım aşşaya” demiş.
Mahmut artık dayanamamış, pırasa bıyıklarını sıvamış, şapkasını alnının gerisine ittirmiş, “bekle” demiş, koşmuş yamaçtan tırmanıp arkadan kayanın üstüne çıkmış. Başlamış en tepedeki toparlak kayayı itmeye. Kaya, Mahmut’un dizlerini geçiyor. Biraz da gömülmüş. Mahmut ara ara aşağı bakıyor, Hasan pehlivan ufalmış, bir şeyler söyleyip gülüyor. Yerinde duramayıp sağa sola gidip gelip yukarı el ediyor. Güneş tepede parlıyor, sigara külü kadar bir bulut kayanın üstünde.
Mahmut, gerçekten orada mı diye son bir kere daha göz atıyor, Hasan pehlivan kayanın dibinde yukarı bakıyor gülerek,
“Hadi at, haydi at, hadi la sen o gayayı at ben de buradan onu dutmazsam adam değilim,” diye kayanın dibinden bağırırmış.
Mahmut ittire ittire koca kayayı sonunda oynatmış, yuvarlamış aşağıya. Toprak sıtmaya tutulmuş gibi titremiş. Daha attım diye sevinemeden bakmış Hasan pehlivan bacaklarını iki yana ayırmış sırtüstü yerde yatıyor.
Mahmut kayadan aşağıya nasıl indiğini bilememiş. Pehlivanın gövdesi yerde yatıyor ama kafası yok. Anlaşılan; pehlivanın kafasını o koca kaya uçurmuş altına almış. Mahmud afallamış kalmış, zorla döndürmüş kayayı Hasan’ın kafası yok. Sağa bakmış, sola bakmış yok. Fır fır dönmüş pehlivanın kafasını bulamamış. Yahu bu adamın daha önce kafası var mıydı yok muydu? diye düşünmeye başlamış. Hatırlayamamış.
İlkin ne yapacağını bilememiş, sonra koşmuş etrafta gördüğü adamlara ağlamaklı bir sesle bağırıp, onları toplamaya çalışmış,
“Hasan gayanın altında kaldı, goşun millet.”
Gelenler de şaşa kalmış; bu adam ölmeye ölmüş de gafası nerde? Pehlivanın gömleği yırtılmış, göğsü biraz kanamış, başka da bir şey yok. Bilememişler. Mahmut birer birer gelenlere anlatıp tekrar etrafı kolaçan edip kafayı bulamayınca başka köylüler çağırmaya başlamış.
“Ula biraz önce beraberdik, noldu bu adamın gafası, dostlar, hemşeriler, bilen varsa beri gelsin.” Cevap alamayınca bir başkasına kan ter içinde aynı soruyu soruyormuş. Cevap veremeyen, düşünüyormuş sanılsın diye bir cıgara yakıp kayaya sırtını verip it oturuşuna geçiyormuş.
Biraz yaşlıca olan; köylünün derin adam dedikleri Seyit Dayı kamburunu düzeltip sardığı cığarasından derin bir nefes çekmiş,
“Böyle bir şey ben çocukken de duymuştum. Şimdi sızlanmayı bırakın. Mahmut sen Hasan’ın yanında kal, sizlerde muhtara, imama ve de jandarmaya haber verin, gecikmesin gelsinler.”
Koşarak köye doğru uzaklaşmış etraftakiler, Mahmut çökmüş, hala Hasan’ın kafasız bedenine bakıyor.
İlkin muhtar gelmiş atının terkisinde haber götüren köylüyle. Köylü yolda dememiş kafası yok diye.
Mahmut olayı yeniden anlatmış,
“Mıhtarım bilsen bilsen sen bilirsin bizim pelvanın gafası var mıydı?”
Uzun uzun düşünmüş muhtar, sağa, sola bakmış gerçekten gafaya benzer hiçbir şey yok.
“Ben epeydir Hasan’ı görmedim var mıydı yok muydu pek bilemedim” demiş. Bu iş muhtarlığı ilgilendiriyor mu diye de kendi kendine sormaya başlamış.
“Gaymakama haber verelim” demiş.
“Jandarma gelene kadar elleşmeyin” diye de eklemiş.
Biraz sonra köyün imamı, dualar okuyarak,” Allah esirgesin, Allah esirgesin” diyerek Hasan’ın başına gelmiş. Başsız cesedi görünce imamın gözleri faltaşı gibi açılmış, tesbihi daha hızlı çekmeye başlamış.
“İmam Efendi sen bize bir akıl ver. Durum böyleyken böyle. Hasan’da kafa var mıydı?”
Biraz düşünmüş, yaşından eski bir sesle,
“O camiye nadirattan gelir idi, Allah esirgesin, hep benim ardımda dururdu, kafasını heç görmedim desem yalan olmaz, göz değmiş olabilir, siz bir de müftüye ya da Angara’ya sorun.”
Mahmut demiş; “Bunu biz bilemedik Angara nerden bilsin. Bilse karısı bilir gidelim de ona soralım bayrım.”
Gidip, Hasan’ın kapısını çalmışlar, karısının etrafında birkaç köylü kadın “Vah goca pelvan vah” diye usuldan ağlaşıyorlar. Karısı haberi duymuş kendini üzünce kaptırmış oturuyormuş.
Demişler ki;
“Başın sağ osun bacım, pek üzüldük. Yalnız bi sorumuz var: Sen bilin gocanın zabanan evden giderkene gafası var mıydı yok muydu?”
Başını kaldırmadan lif lif olmuş bir sesle cevaplamış:
“Ben davarı sürüye katmaya gittimdi. O da zabah yemani yirken sakalı şapkanın altında dom dom ediyodu ama bizim herifin gafası var mıydı yok muydu heç bilmiyom!”